Düşünce Denizi

Yaz Geldi, Hoş Geldi…

Yaz gelince, güneşten alınan enerjiyle olsa gerek, içimiz kıpır, kıpır oluverir. Enerjimiz artar, hatta cesaretimiz artar, yeniliklere daha bir açık oluveririz. Yeni maceralar, yeni tanışıklıklar için biçilmez kaftandır yaz günleri…

Öyle ya, “yaz aşkları“ndan söz edilir ama hiç duymayız “kış aşkları”ndan söz edildiğini… Demek ki güneşin olumlu bir etkisi var insan duygularını çoşturma konusunda ve hatta aşk konusunda…

Aşk romanlarını da daha çok yaz tatillerinde okuruz. Yaz kitapları hep kolay ve zevkle okunan kitaplardan oluşur… İşte bunlardan biri de Alexandra Stoddard‘ın İKİ KİŞİLİK MUTLULUK adlı kitabı. Aşkta mutluluğu büyütmenin 75 yolunu anlatıyor. 168 sayfa ve son derece kolay okunan bir kitap… Daha çok öğütlerden oluşuyor.  Yaz kitabı olarak tavsiye edilebilir. Hayatınızda  bir sevdiğiniz  varsa, sevgiliniz kocanız veya  karınız, kaç yaşında olursanız olun bu kitaptaki öğütlere kulak  vermekte yarar var.

Size küçük alıntılar aktararak kitabı tanıtmaya devam edeceğim. Kitapta sık sık bazı kişilerin deyişlerine, vecizelerine yer verilmiş… bunlar bölümler arasına ustaca serpiştirilmiş… İşte bunlardan birkaçı:

George Sand: Hayatta tek bir gerçek mutluluk vardır: Sevmek ve sevilmek….

Pubillius Syrus: Her gününüzü son gününüz gibi geçirin….

Viktor E. Franki: Birinin arzulayabilecegi tek ve en büyük hedef aşktır. İnsanoglunun kurtuluşu aşktan ve aşık olmaktan geçer…

Peter Megargee Brown: Aşk ve mutluluk, tarifi mümkün olmayan ilahi gizemlerdir. Bazı duygular tahlil edilemez. Birşeyleri bölüp incelemeye calışırsanız, tek tekken çalışmadıklarını görürsünüz….

Lao Tzu: Size güç veren biri tarafından çok sevilirken, onu derinden sevmek size cesaret verir…

Simone de Beauvoir: Mola vermeden yaşayın…

The Dalai Lama: Mutluluk sizi hazır olarak beklemez… sizin hareketleriniz sonucunda ortaya çıkar…

Shakespeare: Sevgilerini göstermeyenler hiçbir seyi sevmiyordur.

Dalai Lama: Gerçek bir gülümseme bize ümit ve canlılık verir…

Henry Adams: Arkadaşlık yaşamda paralellik,  düşüncede birlik gerektirir…

Thomas A Kempis: Aşk ağır olan her şeyi hafifletir…

Seneca: İyi olmak için dilekte bulunmak, iyi duruma gelmenin bir parçasıdır…

Deepak Chopra: Aşk, bilinmezlikte dans eder…

Phyllis McGinley: sessizlik kalp kırar…

Plato: İlk ve en iyi zafer, kendini keşfetmektir…

Cicero: Şakalarla dahi olsa, asla bir arkadaşınızı incitmeyin.

Cicero: Daha yüksege yerleştirildikçe daha fazla alçak gönüllü olmalıyız…

William James: Neşeyi kaybetmek, her şeyi kaybetmektir…

Red Cross Motto: En büyük trajedi duygusuzluktur

Phillippe Nericault: Eleştirmek kolaydır- yaratmak zor…

William James: İnsan doğası için en temel prensip takdir edilmeyi istemektir…

Emma Goldman: Eğer aşk sınırsız vermeyi ve almayı bilmiyorsa, Aşk degildir, ama artısı ya da eksiği olmayan bir aktarma sürecidir….

La Rachefoucauld: Sevdigimiz sürece affederiz…

John Selden: Yeryüzündeyken iyi şeylerin tadını çıkar...

 

Şimdi de kitabın bölüm başlıklarına kısaca göz atalım:

Önsöz: Birlikte Mutluluğa Davet

Her Karşılaşmayı Sonmuş Gibi Görün

Kutsal Düşüncem: Sev ve Mutlu Yaşa

Hayatı 10’da Yaşayın

İlgi Gösterin

Düzenli Olarak Kaliteli Edebi Eserler okuyun

Başbaşa Tatile Çıkın

Evde Daha Fazla Sorumluluk Alın

Oy Haklarınız %50 -%50 Olsun

Nezaketle Eleştirin

Her gün, Mutluluğunuzu Artıracak Bir Şey Yapmak İçin Birbirinize Cesaret Verin.

Tuhaf Sürprizler Olmasın

Maneviyatınızı Beraber Keşfedin

Birbiriniz İçin Yeniyıl Hedefleri Listesi Yapın

Daha Çok Kutlayın

Her gün Karakteriniz Üzerinde Çalışın

Her Karşılaşmaya Gülümsemeyle Başlayın

Çocukların Sizi Yönetmesine İzin Vermeyin

Üçüncü Bir Kulakla Dinleyin

Fikir Ayrılığı Konusunda Hemfikir Olunabilir

Öz Benliğimizi Besleyelim

Etrafınızı Ortak Arkadaşlarınızla Çevreleyin

Mahremiyetinizi ve Sırlarınızı Diğer İnsanlarla Paylaşmayın

Bütün Önemli Olaylarda Destek Olmak İçin Yanında Olun

Bir Evin Patronu Yoktur

İyi Görünmek İyi Hissettirir

Bir Aradayken Bir Arada Olun

Sağlığınıza Dikkat Edin

Beraber Egzotik Bir Yemek Hazırlayın

Maceraları Teşvik Edin

Kızgınlığınızı Hafifletin

Ayak İşlerine Birlikte Koşturun

Beyaz Yalanlar Her Zaman Tehlikelidir

Aşk Notları Yazın

Göz Teması Hediye Edin

Altını Üstüne Getirin, Düzeltin

Yardım Teklif Edin

Kendi Alışkanlıklarınızı ve Geleneklerinizi Tespit Edin

Kaybolup Durmayın

İş ve Kişisel Konuları Düzene Sokun

Derin Düşünmek İçin Birbirinize Özgürlük Sağlayın

Gerekli Olduğu Zaman Hemşire Olun

Eve Çiçek Getirin

Moral Verici Konuşun

Alay Etmeyin

İçtenlikle Özür Dileyin

Birbirinizi Daha Fazla Eğlence İçin Teşvik Edin

Birbirinizin Kişisel Eşyalarının Yerini Değiştirmeyin

Kendini İfade Etmeyi Teşvik Edin

Zevklerinizin Tuzağa Düşmesine İzin Vermeyin

Önemli Günleri Hatırlayın

Kadınlar Konuşmayı Sever

Toplum İçinde Yanlışlarınızı Düzeltmeyin

Bol İltifat Kalbi Sevindirir

Birlikte Görünmez Zenginliğinizi Keşfedin

Kilonuzu Tartışmayın

Söz Kesmemeye Çalışın

Kısasa Kısas Yorar

Sohbetleriniz Monolog Olmamalı

Birbirinize Karşı Daha Hassas Olun ve Birbirinizi Şimartın

Asla Kavga Çıkarmayın

Lütfen Pişman Olacağınız Birşey Söylemeyin

Birbirinizin Yeteneklerini Açığa Çıkarın

Önemli Konuları Konuşmak İçin Zaman Ayırın

Ses Tonunuzu Kontrol Edin

Somurtkanlık Bulaşıcıdır

“Sorun Değil” Deyin

Sabır, Sabır

Birbirinizin Tutkularını Yeniden ve Yeniden Keşfedin

Öğünleri Mümkün Olduğunca Birlikte Yemeğe Çalışın

Birlikte Kitap Okumak İçin Zaman Yaratın

Merakınız Harekete Geçsin

Kalbi ve Aklı Nezaket ve Diplomasi Kazanır

Biraz Yaşayın

Sen ve Ben

Mutluluğunuz Size Bağlı

 

Eveeeet işte size 75 öğüt… Kitapta bu öğütlerin içeriği güzelce açıklanıyor.. İyi okumalar…

Mutluluklar…

Nazenin…

18 Temmuz 2008 Posted by | Bunları Biliyor Muydunuz?, Seçme yazılar, Uncategorized | 2 Yorum

Seçme Yazılar- Türkiye En Doğrusunu Yaptı

TÜRKİYE EN DOĞRUSUNU YAPTI
(Diplomatik Gözlem’den naklen)

Türkiye geçtiğimiz günlerde, basında hak ettiği yeri bulmayan çok önemli birkaç adımı ard arda attı. Bu adımların birbiri ile bağlantılı olduğu ve çok daha geniş kapsamlı bir eylem planını ilgilendirdiği muhakkak. Ankara’nın attığı adımlar, güvenlik ve dış politika konusunda temel tercihlerinin aynı kaldığını, ancak bazı yeni düzenlemeler ile bölgesel ve uluslararası konjonktürde kendi lehine birtakım değişiklikler öngördüğüne işaret ediyor.
Türkiye Avrupa Birliği’nin Kosova’ya göndermeyi planladığı polis gücünü engelleme kararı aldı. NATO Genel Sekreteri Scheffer Ankara’ya gelse de, Türkiye’yi bu kararından vazgeçiremedi. Böylelikle hem Güney Kıbrıs’ın Kosova’da güç bulundurması hem de Kosova’nın güvenliğinin Avrupa Birliği’ne geçmesi zora girdi.
Türkiye Avrupa Ordusu’ndan da çekildi. Türkiye, Avrupa Birliği’ni bundan böyle Avrupa Ordusunda yer almayacağı yönünde bilgilendirdi. Avrupa Ordusu bundan sonra yoluna Türk Ordusu olmadan devam edecek. Avrupa böylece, ordusunda Avrupa’nın en büyük ve en iyi ordusunu göremeyecek. Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasını desteklemekten vazgeçtiği çok açık.
Avrupa Birliği uzun süredir, Türkiye’nin hemen her konudaki görüşünü ve hassasiyetini göz ardı ederek hareket ediyordu, hatta Türkiye’nin çıkarlarını ise daima “konu dışı” olarak değerlendiriyordu.
Şayet Türkiye bu iki adımı atmasaydı, Kosova’nın güvenliği Avrupa’nın komutasına girecekti ve Güney Kıbrıs da bir şekilde NATO ile daha da yakınlaşacaktı. Türkiye’nin her iki adım için de bir nedeni olması gerekiyordu.
Güney Kıbrıs şu ana kadar uluslararası topluma ve Türkiye’ye karşı hiçbir sorumluluğunu yerine getirmedi. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik talihsiz bakış açısı da herkesin malumu. Bunun bir bedeli olmalıydı.
Akdeniz’in batmayan korsan gemisi olan Güney Kıbrıs’ın önümüzdeki on yıllar boyunca bulunduğu konum ile yetinmesi gerekecek.
Avrupa, ordusunda Türklere sadece Doğu Roma dönemindeki Türkopoller gibi–Roma ordusunun paralı savaşçısı- veya Afrika’da beyaz adamın el koyduğu kaynakların güvenliğini temin etmekle görevle Masai kabilesi gibi yer veremezdi. Türk Ordusu’nun Birliğin bütün dünyadaki operasyonlarına katılmasına rağmen, operasyonların planlamasında ve komutada söz hakkı olmaması devam ettirilmesi zor bir tercihti.
Her iki adımdan da hareketle, Türkiye’nin bundan sonra Avrupa Birliği’nin temel hedefine katkısını giderek sınırlayacağı söylenebilir. Bu durum belki de Türkiye ve Avrupa arasında uzun bir süredir devam eden “doku uyuşmazlığının” Ankara’da da fark edildiği şeklinde yorumlanabilir.
Kuşkusuz bu noktada en heyecanlı cevabı getirecek olan soru şu şekilde biçimleniyor; Uluslararası ve bölgesel dengelerde hiçbir güç kaybolmayacağına, sadece denklem içinde yer değiştirebileceğine göre, bu bölgede, bundan sonraki denklemi ne şekilde yazmak gerekir.
Bir başka deyişle; “TR”, Balkanlar ve Avrupa Ordusu konusunda “AB”, denklemin aynı tarafına beraber yazılamadığına göre, bundan sonra denklemin bugüne kadar olduğundan farklı gelişeceği düşünülmeli.
Bir de elbette şunun üzerinde durmak lazım;
NATO ile Avrupa Birliği arasında bir anlaşma var. Bu anlaşmaya göre, Avrupa Birliği’nin yürüteceği ve NATO’nun askeri destek vereceği harekâtlara Barış İçin Ortaklık ülkeleri ve NATO ile güvenlik anlaşması imzalayan ülkeler katılabiliyor. Avrupa Birliği bu anlaşmadan hareketle, Güney Kıbrıs’a hem NATO üyeliği yolunu açmayı –bu sayede Rumların Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin konumunu devralmasını- hem de Türkiye’yi güvenlik kartını kullanarak köşeye sıkıştırmayı- amaçlıyor.
Yani Türkiye bu yöntem ile Güney Kıbrıs’ın NATO üyeliğine razı olmaya ve Güney Kıbrıs’a hem NATO hem de Kıbrıs Sorunu konularında taviz vermesi karşılığında, Avrupa Ordusu’nda karar, komuta ve planlama kademelerinde görev almaya zorlandı.
Böyle olunca Ankara’nın tepkisi uyarınca hem Rumlar dışarıda kaldı hem de Avrupa Ordusu Türkiye’den mahrum oldu.

3 Temmuz 2007 Posted by | Seçme yazılar, Siyasal hayat | 1 Yorum

Cumhuriyet’ten… “ABD Kerkük’te Ateşle (mi) oynuyor (?)

Dr. Vakur KAYADOR‘un 13 Mart 2007 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısını sizlerle paylaşmak istedim. Koyutmalar yazara, italik vurgulamalar Nazenin’e aittir.

Sn. Kayador yazısının bir düşünce cimnastiği, beyin cimnastiği niteliğinde olduğunu belirterek, bazı olasılıkları gündeme taşımış. İyi ve sade bir analiz sonrasında bu olasılıkları gündeme getirdiği için yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.

Kerkük referandumu sonucunda petrol zengini bir devlet oluştuğunda, içeride Şii-Sünni birlikteliği, dışarıda Türkiye-Suriye-İran güvenlik ortaklığı oluşabilir….. Bu durumun yaratacağı kaotik ortam, temel politikası ‘Ortadoğu’da kaos’ olan ABD’yi de sarsabilir”
Alt başlığını taşıyan yazı önce Ortadoğu’da Musul bölgesinin Osmanlı’nın elinden çıkış hikayesini özetlemekle başlıyor.

“Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin elimizden çıkma öyküsü ilginçtir, anlamlıdır, ibret dersleriyle doludur. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul Vilayeti Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindedir. Ancak aynı gün General Marshall bölgedeki Kolordu Komutanı Ali İhsan Paşa‘dan vilayeti terk etmesini ister, İstanbul Hükümeti de bu doğrultuda bir direktif yollar. Çaresiz kalan Paşa birliklerini Nusaybin’e çekmek zorunda kalır. Buna karşın Musul Misak-ı Milli sınırları içine alınır ve Ankara Hükümeti Lozan’da İsmet Paşa baskanlığındaki heyetiyle bu konuda son derece ısrarlı davranır, bu nedenle sorun konferans sonunda çözüme kavuşamaz. 1924’te düzenlenen Haliç Konferansı’nda Musul’un Türkiye’ye bırakılması bir yana Hakkari’nin Süryanilere verilmesi önerisi masaya getirilir ve küçük çaplı bir isyan başlatılır. Daha sonra 1925’te Şeyh Sait İsyanı patlak verir.

Buradan hangi dersleri çıkarmak gerekiyor? .. 1920’li yılların koşulları göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin Musul bölgesine yönelik hak ve taleplerinde ısrarlı olması durumunda Diyarbakır ve Güneydoğu’dan vazgeçmek zorunda kalabileceği anlatılıyor… İkinci ve daha önemli ileti ise I. Dünya Savaşı’nın en öncelikli amacının Osmanlı Devleti’nin petrol bölgelerine el koymak olduğudur. Güneyden kuzeye doğru Suudi Arabistan, Kuveyt, Basra ve Musul petrollerinin ele geçirilmesi, dünya petrol rezervlerinin yüzde 60’lık bir bölümünün sahiplenilmesi demektir. İşte Türkiye’nin, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında üstesinden gelemediği sorunun boyutları budur. Kimsenin kuşkusu olmasın, Türkiye o tarihte askeri bir müdahalede bulunsaydı, galip Avrupa devletlerini de, hatta ABD’yi de karşısında görebilirdi.

Ankara Antlaşması

Öyküyü yarım bırakmayalım… Son bölüm -tek sözcükle- hazindir. Sorun 1925’te Milletler Cemiyeti’ne götürülür ve durum, beklendiği üzere, aleyhimize sonuçlanır, o anki sınırlar kabul edilir. Bölgenin elimizden çıkması 1926’daki Ankara Antlaşması’yla kesinlik kazanır. Yirmi beş yıl süreyle buradan elede edilecek petrol gelirinin yüzde 10’unun Türkiye’ye bırakılması karara bağlanır, ancak, bu madde de uygulanmaz.

Dünden bugüne değişmeyen en önemli gerçek, petrolün vazgeçilmez önemini sürdürüyor olması.

Petrollerin denetimi

ABD’nin günümüzdeki temel amaçları;Irak petrollerinin denetimi, Irak’ın -Batı’nın petrol jandarması olan- İsraili için tehdit unsuru olmaktan çıkarılması ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurulması olarak sıralanıyor. Daha önce yine Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan Ortadoğu ve Irak’la ilgili iki yazımda, ABD’nin kurulacak Kürt devletinin Türkiye, Suriye, İran üzerinden kuzeye yönelmesini ve Hazar bölgesi petrollerine ulaşacağı köprü olmasını istediğini belirtmiştim. Amaç -bir anlamda- ikinci İsrail oluşturmak ve kendi çıkarlarının savunuculuğunu yaptırmaktır. Burada Türkiye’deki bir tartışmaya değinmekte yarar var. Bizim ülke olarak 1 Mart 2003 Tezkeresi ‘ne onay vermeyerek, ABD’nin işini zorlaştırdığmız ve ABD’nin de zorunluluk nedeniyle Kürt gruplarla işbirliği yapmak durumunda kaldığı dile getiriliyor. Bunların hiçbir ciddiyeti yok. ABD ve Avrupa on yıllardır, hatta yüzyılı aşkın bir süredir diledikleri gibi kullanabilecekleri bir Kürt devleti kurma sevdasındalar. Bu tezkerenin tarafımızdan reddedilmesi ABD -eğer koşullar uygun olursa, gücü yeterse- Türkiye’yi de hedef tahtasına yatıracaktır.

Şu anda, Ortadoğu’da en temel sorun;yukarıda çok kısaca yakın dönem tarihçesini özetlediğim Kerkük-Musul petrol gerilirinin önemli bir bölümünün Kürt devletine bırakılıp bırakılmayacağıdır. Körfez Savaşı ile 2003 Irak Savaşı arasında zaten Irak’ın kuzeyinde bir devletin asli unsurları gerçekleştirildi. Uydu devletin parlamentosu açıldı, parası basıldı, ordusu kuruldu, ayrıca Irak Cumhurbaşkanı bu insanlardan biri oldu. Şu aşamada sorunun can alıcı, can yakıcı boyutu burada değil, artık başka yerde. ABD’nin petrol gelirini bölgeye akıtması halinde, özellikle Türkiye’de ayrılıkçı terörün çok daha fazla finanse edileceği ve lojistik desteğin olağanüstü artacağı ortada. Bu durumu Türkiye’nin kabul etmesi mümkün değil. Aynı şey İran ve Suriye için de geçerli. Kerkük referandumu sonucunda petrol zengini bir devlet oluştuğunda, içeride Şii-Sünni birlikteliği, dışarıda Türkiye-Suriye-İran güvenlik ortaklığı oluşabilir. Bu konuya daha önce değinmiştim. Bu durumun yaratacağı kaotik ortam, temel politikası “Ortadoğu’da kaos” olan ABD’yi de sarsabilir. Çünkü, ABD ve Avrupa, denetil altına almayı amaçladıkları ülkeleri “kontrol edilebilir istikrarsızlık” çizgisinde tutmak isterler. Oysa bu koşullarda oluşacak istikrarsızlık ABD denetimini sarsabilir belki de ortadan kaldırabilir. ABD için doğru olan, ayrılıkçı hareketi başka yollardan desteklemektir. Daha önce de yaptığı uyuşturucu ve silah kaçakçılığı bu iş için bilinen en iyi yöntemlerdir, ayrıca ABD’nin meşrebine de gayet uygundur… 2001 Afganistan işgalinden bu yana bu ülkede haşhaş üretiminin neredeyse bin kat artmış olmasınını bununla ilişkilendirmek mümkün mü acaba? … Bunlar yalnızca olasılıklar. Yapmaya çalıştığım zihin cimnastiğinden başka bir şey değil. Asla unutmayalım, bugün ABD’deki neocon yönetimi her türlü çılgınlığı yapacak kadrolardan oluşmaktadır ve bu nedenle bölge ülkeleri en kötü olasılıklara karşı önlem almak zorundadırlar. ABD’nin Kerkük’te ateşle oynaması işten bile değildir.

Şimdi can alıcı şu soruyu sorabiliriz…Ülkemiz çok kırılgan ve krizlere açık ekonomisiyle, Cumhuriyet tarihinde hiç yaşamadığı yönetim zafiyetiyle bu dertleri, hatta ölüm kalım mücadelesini kazanacak güce sahip midir?

Elbette sahiptir, ancak bu ayrı bir değerlendirme konusudur.”

Yazı böylece son buluyor…

Sanirim yazıyı sizler de beğenmişsinizdir. Az, öz, yalın ve açık…
Bir arkadaşımın birkaç gün önce aktardığı “müthiş özet” başlıklı yazıyı canlandırdı zihnimde, onu da sizlerle paylaşayım:

Sadrettin Kuşoğlu’ndan..

Ekonomi hocamız yılın ilk dersine şöyle başlamıştı:

– Öğrencilerim, birazdan size on dakika içinde ilk iktisat dersini vereceğim. Bu on dakika yeterli olacak. Geri kalan zamanda yani bütün bir yıl boyunca, “zenginlerin yazdırdığı” müfredatı okuyacağız.

Dedi ve devam etti:

– Arkadaşlarım. İktisat üçe ayrılır: Ticaret, siyaset, savaş.

1- Bir milyon dolara kadar para kazanmak isteyenler ticaret..

2- Bir milyar dolara kadar para kazanmak isteyenler siyaset…

3- Daha çok kazanmak isteyenlerse savaş yaparlar!..

Evet, tüm bunlardan sonra, “BARIŞ” diliyorum. Umarim Atatürk’ün öğüdünü tutabiliriz: “Yurtta Barış, Dünya’da Barış” .
Sevgiyle kalın…
Nazenin...

13 Mart 2007 Posted by | Seçme yazılar, Siyasal hayat | Yorum bırakın

Seçme Yazılar- Sezer Petrol Kanunu’nu kısmen iade etti

Ekonomi
Kaynak: Hürriyet Gazetesi
06 February 2007

Sezer Petrol Kanunu’nu kısmen iade etti

Cumhurbaşkanı Sezer, Petrol Yasası’nı, bazı maddelerinin tekrar görüşülmesi için TBMM’ye iade etti. Petrol konusunda ulusal çıkarların gözardı edildiğini kaydeden Sezer, devletin yetki devri ve yabancı şirketlere tanınan haklar nedeniyle yasayı onaylamadı.

Günümüzde petrol için savaşlar çıktığına dikkat çeken Sezer, Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekatı’nda karşılaştığı ambargo nedeniyle, bu konuda ek önlemler aldığını anımsattı. Sezer, yasa için, “Stratejik öneme sahip bir ürün konusunda yabancı devletlerin belirleyici olmasının önündeki engeller kaldırıldığı için ulusal güvenlik yönünden yaratılan risk daha da artmaktadır” dedi.

Cumhurbaşkanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, Sezer, yayımlanmasını uygun bulmadığı 5574 sayılı “Türk Petrol Kanunu’nun 2, 4, 19 ve geçici 1’inci maddelerinin bir kez daha görüşülmesi için TBMM Başkanlığı’na geri gönderdi.

TBMM tarafından 17 Ocak’ta kabul edilen kanunun, 1’inci maddesinde, yasanın amacında, eski yasada bulunan “amacın gerçekleştirilmesinde ulusal çıkarlara uygun olma” ölçütüne yer verilmediğini kaydeden Sezer, 3’üncü maddede, petrol hakkının elde edilmesi için yapılan başvurunun değerlendirilmesinde, istemin ulusal çıkarlara uygun olması gerektiğinin belirtilmediğini ifade etti. Yasanın diğer maddelerinde de, ulusal çıkarların nasıl korunacağına ilişkin kurallara yer verilmediğini vurgulayan Sezer, Anayasa’nın 2’nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğunun belirtildiğine işaret ederek, şunları kaydetti:

HİÇBİR ETKİNLİK ULUSAL ÇIKAR DIŞINDA OLAMAZ

“Yasaların kamu yararı amacıyla çıkarılması ve uygulamada kamu yararının öncelikle gözetilmesi hukukun evrensel kurallarının ve hukuk devleti ilkesinin gereğidir. Kamu yararının da, öncelikle ulusal çıkarları içerdiğinde kuşku bulunmamaktadır. Anayasa’nın 176’ncı maddesinde, Anayasa’nın dayandığı temel görüş ve ilkeleri içeren Başlangıç bölümünün Anayasa metnine dahil olduğu; 2’nci maddesinde de, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Başlangıç bölümünde yer verilen temel ilkelere dayanan bir Devlet olduğu vurgulanmıştır.

Anayasa metnine dahil olan, temel görüş ve ilkeler içeren Başlangıç bölümünün beşinci paragrafında, hiçbir etkinliğin Türk ulusal çıkarları karşısında korunma göremeyeceği açıkça belirtilmiştir.”

ULUSAL ÇIKAR ANAYASA’NIN VERDİĞİ GÖREV

Anayasa’nın 11’inci maddesinde, Anayasa kurallarının yasama, yürütme, yargı organlarını, yönetimi, diğer kuruluş ve kişileri bağlayan üstün kurallar olduğu açıklandığına dikkat çeken Sezer, “Üstünlük ve bağlayıcılık özelliği, tüm anayasal kuralların, bu bağlamda ulusal çıkarların, uygulamada yürütme organı ve yönetimce, öncelikle ve özenle gözetilmesi gerekeceğini göstermektedir. Başka bir anlatımla, ulusal çıkarların korunacağının Yasa’da açıkça düzenlenmemiş olmasının, devlet organlarının, kamu kurum ve kuruluşlarının ve kamu görevlilerinin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüklerini ve görevlerini ortadan kaldırmayacağı açıktır” dedi.

Bu organ, kurum, kuruluş ve görevlilerin, Anayasa tüm eylem ve işlemlerinde ulusal çıkarları ve kamu yararını önde tutmak, koruyup güçlendirmek yükümlülüğünde olduğunu belirten Sezer, “Petrol ve doğalgaz gibi stratejik önemi çok yüksek ürünler sözkonusu olduğunda bu yükümlülüğün daha da artacağı kuşkusuzdur” değerlendirmesini yaptı. Sezer, incelenen yasanın amacını düzenleyen 1’inci maddesi ile başvuruların değerlendirilmesine ilişkin kurallar içeren 3’üncü maddesinde, ulusal çıkarların korunacağına ilişkin açık kural bulunmamasının, bu konuda yapılacak uygulamalarda ulusal çıkar ve kamu yararının gözetilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırdığını vurguladı.

DEVLET HAKKINDAN VAZGEÇİYOR

Üretilen petrol ve doğalgaz ürünlerinin ne kadarının ülke gereksinimi için kullanılacağı ne kadarının dışsatım konusu yapılabileceğinin yasada düzenlenmediğini bildiren Sezer, “Başka bir anlatımla, Yasa’da, ülkemizde üretilen petrol ve doğalgazın bir bölümünün, ulusal güvenlik ve ulusal çıkarlar gereği ülke gereksinimi için ayrılmasını zorunlu kılan bir kurala yer verilmediği saptanmıştır” dedi. Bu hükme yer verilmemesinin de Anayasa’ya aykırı olduğunu kaydeden Sezer, “İncelenen yasada, devletin petrol ve doğalgaz arama ve işletme hakkından vazgeçerek bunu yerli ya da yabancı gerçek ya da tüzelkişiler eliyle yapma amacında olduğu anlaşılmaktadır. Durum böyle olunca, ülkemizde üretilen petrol ve doğalgazın bir kısmının ülke gereksinimi için ayrılmasının, ulusal çıkarlar yönünden önemi daha da belirginlik kazanmaktadır” değerlendirmesini yaptı.

Petrolün, dünyanın stratejik değere sahip en önemli ürünlerinden biri olduğunu; dünyadaki tüm anlaşmazlıklar, çatışmalar ve savaşların enerji kaynaklarına egemen olabilmek için yapıldığını anlatan Sezer, eski yasada bulunan düzenlemeye şöyle dikkat çekti:

KIBRIS HAREKATI ANIMSATMASI

“Dünyadaki gelişmeler, petrol kaynaklarındaki rezervlerin giderek azalması ve enerji kaynaklarına olan gereksinimin artması petrolün stratejik önemini daha da artırmaktadır.

Ülkemizde üretilen petrolün yarıdan fazlasının ülke gereksinimi için ayrılmasına ilişkin kural, önemli bir uluslararası gelişmenin sonucunda 6326 sayılı Petrol Yasası’na konulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında ve sonrasında, uygulanan ambargo nedeniyle uçaklarına yakıt bulmakta zorlanınca, ulusal çıkarlarını korumak için 28.03.1983 günlü, 2808 sayılı Yasa’yla yukarıda açıklanan düzenlemeleri yapmak zorunluluğunu duymuştur.

Stratejik önemi bu kadar yüksek olan petrolün, tümüyle dışsatım konusu yapılabilmesini olanaklı kılan düzenlemelerin ulusal güvenlik yönünden risk taşıdığı ortadadır.”

ULUSAL GÜVENLİKTE RİSK YARATILIYOR

İncelenen yasada, yabancı devletlerin doğrudan ya da dolaylı yönetiminde etkili olabilecekleri şirketler ile yabancı bir devlet için ya da yabancı bir devlet adına hareket eden kişilerin Türkiye’de petrol etkinliklerinde bulunmaları, mülk edinmeleri ve tesis kurmalarının yasaklanmadığına dikkat çeken Sezer, şunları kaydetti:

“Böylece, stratejik öneme sahip bir ürün konusunda yabancı devletlerin belirleyici olmasının önündeki engeller kaldırıldığı için ulusal güvenlik yönünden yaratılan risk daha da artmaktadır. Yasada ülke gereksinimi için pay ayrılma zorunluluğunun getirilmemesi, ülkeyi tümüyle uluslararası şirketlerin ya da yabancı devletlerin kararına bırakmak anlamına gelir ki, bu durumu ulusal güvenlikle, ulusal çıkarlarla ve kamu yararıyla bağdaştırmak olanaksızdır.”

Yurt içi tüketimi karşılamakta yetersiz olan az sayıdaki kaynaktan elde edilen petrol ve doğalgazın tümünün yurt dışına satışına olanak tanınarak, daha sonra ülke gereksiniminin tümünün dışalım yoluyla karşılanmasının ulusal gelire ve ülkenin uluslararası kriz dönemlerindeki enerji gereksiniminin giderilmesine olumsuz etki yapacağını anlatan Sezer, “Ayrıca, incelenen yasanın 19’uncu maddesinin yedinci fıkrasının ilk tümcesinde, petrol üreticisinin ödeyeceği devlet payının, kuyubaşı fiyatından hesaplanacağı belirtilmiştir. Devlet’in gereksinim duyduğu petrolün piyasa fiyatından satın alınması zorunlu iken, petrol üreticilerinin ödeyeceği devlet payının kuyubaşı fiyatından hesaplanması ulusal çıkarlarla bağdaşmamaktadır” ifadesini kullandı.

İHRACAT SINIRI KONULMALI

Türkiye’de üretilen ham petrol ve doğalgazın yurt dışına satılmasına sınır getirilmesi; bu üretimin belli bir kısmının “memleket ihtiyacına” ayrılması konusunda yasaya kural konulmasını isteyen Sezer, en azından yasa ile bu konuda Bakanlar Kuruluna, durumun gerektirdiği önlemleri ve kararları alma yetkisi verilmesinin ulusal çıkarlara ve kamu yararına daha uygun düşeceğini bildirdi.

Yasanın devlet hissesini düzenleyen 19’uncu maddesine işaret eden Sezer, üretim tutarına bağlı olarak, üretilen ham petrolden yüzde 2-12, doğalgazdan yüzde 3-12 arasında kademelendirilen oranlarda devlet payı alınmasının öngörüldüğünü anımsattı. Bu düzenlemeyle, petrolün türüne, yerine, tutarına, kalitesine ve üretim yöntemine bağlı olarak devlet payının düşürüldüğünü vurgulayan Sezer, devlet payı oranının yüzde 2’ye, hatta kimi durumlarda yüzde 1’e kadar düşürülmesine olanak sağlandığını belirtti. Yasanın geçici 1’inci maddesine değinen Sezer, eski yasa ile alınan arama ve işletme ruhsatlarının da incelenen yasa kurallarına bağlı olmasının sağlandığını kaydetti.

DÜNYA PAYI ÇOĞALTIYOR, BİZ AZALTIYORUZ

Dünyada birçok ülkede, yüksek olan devlet payının daha da yukarılara çekilmesi için uğraş verilirken, Türkiye’de bu oranın yüzde 2’ye, kimi durumlarda yüzde 1’e kadar düşürülmesinin haklı bir nedene dayanmadığını ifade eden Sezer, “Ayrıca, petrol ve doğalgaz kaynaklarına yönelik rekabetin yoğunlaştığı bir dönemde, bu kaynakların işletilmesinden alınan Devlet payının düşürülmesini gerekçelendirmek de güçtür. Bu nedenle, devlet payı tutarının düşürülmesine neden olacak 19’uncu maddesindeki düzenleme ulusal çıkarlar ve kamu yararı ile bağdaşmamaktadır” dedi.

YEREL YÖNETİM ÖZERKLEŞTİRİLDİ

Yasanın 19’uncu maddesinin son fıkrasında, “Karalarda elde edilen devlet hissesinin yüzde 50’si işletme ruhsatının bulunduğu ilin il özel idaresinin açtıracakları hesaba aktarılır” düzenlemesine yer verildiğine işaret eden Sezer, hükümetin bundan önce yaptığı, yerel yönetimlere özerklik sağlayan İl Özel İdare Yasası’na dikkat çekti. Bu durumun Anayasa’nın 123, 126, 127’inci maddelerine aykırı olduğunu belirten Sezer, “Kimi özel idarelere petrol ve doğalgaz üretiminden alınan devlet payının yarısının aktarılması, idarenin bütünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacak sonuçlar doğuracak niteliktedir” değerlendirmesinde bulundu. Ayrıca, devlet payının yarısının işletme ruhsatının bulunduğu ilin özel idaresinin hesabına aktarılmasının, ülke kaynağının tüm toplumun çıkarı yönünde kullanılması yerine, bir ya da birkaç ilin hizmetine sunulmasının, petrol zengini iller yaratarak bölgesel dengesizlikleri artıracağını belirterek, şunları kaydetti:

BÖLGECİLİK YAPILIR

“Düzenleme, doğal kaynaklar üzerindeki bölgecilik akımlarını besleyecek ve tekil devlet yapısına zarar verecektir. Ülke kaynakları ulusun tümüne ilişkindir. Karada elde edilen ve tüm ulusa ilişkin olan petrol ve doğalgaz üretiminden alınan devlet payının yarısının, öteki bölgelerin ve illerin gereksinimi ve devletin mali kaynaklarının, kimi koşullarla yurdun tüm bölge ve illerinin kalkınmasında kullanılması gerektiği gözardı edilerek, doğrudan bir ya da birkaç ile özgülenmesi makul ve adil bir çözüm olarak görülemez. Düzenlemenin haklı dayanağı bulunmamakta ve bu uygulama kimi sakıncaları da kendi içinde taşımaktadır.”

7 Şubat 2007 Posted by | Seçme yazılar | Yorum bırakın

Seçme Yazılar-Kıbrıs’ta petrol olduğuna göre… Doç. Dr. Hasan Ünal’ın yazısı

Kıbrıs’ta petrol olduğuna göre…
Yazan:Doç. Dr. Hasan ÜNAL
Kaynak: Düşünen Adam

Bu yazıyı kaleme alırken, Rumların verdiği ruhsatlarla arama yapacak gemilere Türkiye’nin ne yapacağı tartışılıyordu. Basın, önce Türk savaş gemilerinin Doğu Akdeniz’e açıldıklarını haber verdi. Sonra Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Paşa Türk savaş gemilerinin zaten o bölgelerde devriye görevi yaptıklarını bildirdi. İster gemilerimiz zaten o bölgelerde olsunlar, isterse özel olarak bu misyon icabı hareket etmiş olsunlar işin sonucu aşağı yukarı aynıdır. Türkiye, Rumların ruhsatıyla arama yapacak gemilere rahat vermeyecek. Bu, yerinde bir girişimdir. Mevcut hükümetin yaptığı çok az doğru girişimden biridir. Ancak bu girişim tek başına yeterli olamaz. Neden yeterli olmadığını izah etmeden evvel, Rum basınında petrol arama konusunda çıkan yaygın haber ve bilgileri hatırlamak lazım. Rum gazetelerine göre, Amerika ve İngiltere de petrol arama işinin içinde. Bu da işin ne kadar gerçek olduğunu gösteriyor. Yani Kıbrıs çevresinde, denizin altında yoğun miktarda petrol ve doğalgaz var ve bunların varlığı en yıldır benim yakından bildiğim bir konuydu.

Bir takım çevreler böyle bir şeyin varlığını ısrarla görmezden gelerek, ’Kıbrıs mutlaka çözülmeli ve iki taraf AB çözümünde birleşmeli’teranelerini yıllarca dile getirdiler. Eğer Annan Planını Rumlar kabul etselerdi, bugün petrolle ilgili söyleyecek tek kelime sözümüz olmayacaktı. Bu çevrelerin ısrarla petrol gerçeğini görmezden gelmeleri inşallah sadece konuyu bilmemelerinden kaynaklanmıştı. Eğer hâlâ aynı lafları tekrarlamaya devam ederlerse, o zaman kendilerine Rum-Yunan çıkarlarına hizmet ettikleri suçlaması yapıldığında itiraz edemezler.

Meselenin bir başka yönü daha var. O da Ege’de de yoğun miktarda petrol olduğu gerçeği. Amerikan ve Kanada petrol şirketlerinin vaktiyle yaptıkları ön araştırmalar Ege denizinin altında büyük petrol kaynakları olduğunu ortaya koymuştu. Zaten o yüzden Yunanistan sık sık petrol arama girişimleri yapmış; her defasında Türkiye itiraz ederek savaş gemilerini Ege’ye göndermiş ve bir kriz patlak vermişti.

Yıllarca Yunan uzmanlarla gayriresmi olarak Ege sorunlarına nasıl çözümler üretilebileceğine dair görüşmelerimizde bu konu da hep gündeme gelmiş; ancak petrol fiyatları 20 dolar civarında seyrederken Ege’nin petrol rezervlerinin yeterince ekonomik olmadığı görüşü ortaya atılmıştı. O günden bugüne iki önemli gelişme yaşandı petrol konusunda. Birisi, deniz altından petrol çıkarma teknolojisi iyice gelişti. Dolayısıyla petrol çıkarmanın maliyeti göreceli olarak ucuzladı. İkincisi de petrol fiyatları epeyce arttı. Bugün elli ile altmış dolar aralığına oturan petrol fiyatlarının oralardan aşağı gelmesini hiç kimse beklemiyor.

Eğer AB belgelerinde talep edildiği gibi Ege’de Yunan tezleri üzerine inşa edilmiş bir çözümü kabul edecek olursak bu da ayrıca bir felaket olur. Çünkü hem Ege denizinin dörtte üçünün Yunan gölü olmasına izin vermiş oluruz, hem de denizin altındaki petrol dahil her şeyi Yunanistan’a hediye ederiz. Demek ki, AB belgelerinin ortaya koyduğu şekilde ne Kıbrıs meselesini ne de Ege sorunlarını çözmemiz mümkün. Bu türden çözümleri kabul etmek göz göre göre Ege ve Kıbrıs petrollerini Rum-Yunan ikilisine vermek demektir.

O halde hükümet ve devlet kurumları yeni bir Kıbrıs, Ege ve AB politikası belirlemek durumundadırlar. Artık Kıbrıs’ta iki devletli çözümden başka çare kalmamıştır. Dolayısıyla Rumlar ruhsat veriyorsa, biz de verelim ve kendi karasularımızda petrol aransın. Böylece iki devlet yapısı ortaya çıksın. Öte yandan Ege’de Yunan tezlerinin her hangi bir şekilde kabul edilemeyeceğini açıkça söyleyelim. Bu tavırlar sonucunda gerçekte zaten var olmayan AB yolumuzu kesecekse, iyi olur. Biz de işimize ve petrolümüze bakarız. O kadar…

02.02.2007

4 Şubat 2007 Posted by | Seçme yazılar | Yorum bırakın

Seçme Yazılar- Neden Sadece 301 ?

Neden Sadece 301

Ergun Özgen
Kaynak: Açık İstihbarat

AB normları hikaye edilerek, sürekli olarak Türkiye
üzerinde psikolojik baskı fırsatı kollayan malum çevrelerin
düğmeye basılmış şekilde her fırsata çanak tuttukları konular
artık bıkkınlık getirmiştir…. Halen tartışma konusu olan 301
madde de bunlar içindedir. Konu bir kere daha hatırlandığında ,
AB dayatmaları üzerine 25. 09. 2004 tarihinde yeniden
düzenlenmiş olan 5237 sayılı TCK kapsamındaki söz konusu madde
hükmü şöyledir;

MD. 301. Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Kurum ve
Organlarını aşağılama.

(1) Türklüğü, cumhuriyeti veya Büyük Millet
Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis
cezası ile cezalandırılır.

(2) Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerini, Devletin
yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan
kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir
Türk vatandaşı tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte
bir oranında arttırılır.

(4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce
açıklamaları suç sayılmaz…

Madde hükmüne göre, suç unsurunda söz konusu olması
gereken konunun esasının kaste dayalı AŞAĞILAYICI bir fiil
içermesinde görülmektedir….

Ceza hukukunun temel ilkeleri içinde
suçun maddi ve manevi unsurlarının birlikte olması o fiilin suç
sayılmasında esas teşkil eder. Kanun koyucu esasen eleştiri amaçlı
düşünce açıklamalarını suç tanımının dışında tutmuştur…

Burada söz konusu olan, kasıt ve kastı aşacak şekildeki bir irade unsuruna
bağlı aşağılama fiilinin sucun tanımında yer almasıdır!…Bir diğer
anlatımla, ortaya çıkacak olan fiilin maddi ve manevi unsurlarının
suç unsurunu hasıl edecek şekilde iradi olarak meydana gelmiş
olmasıdır… Kısaca, yasa gayet açıktır…

O zaman ortaya çıkarılan bu gürültü nedendir?!!!

Olay gerçekte hukukun malum çevrelece giderek
siyasallaştırılması paralelinde, ülkenin yasal yapısındaki savunma
reflekslerini giderek yok edilmesidir!… Kısaca, hukuk yolu ile
gerek idari, gerek yasal ve de gerekse güvenlik güçlerinin iş
göremez hale getirilmesi, bu süreçteki intibaı vermektedir…

Bilindiği üzere, psikolojik savaş modeller içinde,
öncelikle, LEGAL ÖRGÜTLENME, LEGAL PROPAGANDA, LEGAL EYLEM
safhaları hatırlanacaktı r. Bu tablonun şekillenmesinde ise
zamanla hedef ülkenin hukuk yapısının siyasallaştırılarak
giderek iş göremez halede acze düşürülmesine ilişkin görüşler söz
konusudur!…

Gelişmelerin ikinci safhanın ise ,İLLEGAL
ÖRGÜTLENME ,İLLEGAL PROPAGANDA ve İLLEGAL EYLEM dönemleri
uygun vasat bulabilecektir. Bu aşamada da fiili durumlar buna göre
güncelleştirilebilecektir.

İdare, yargı, ve de güvenlik bu süreçte
artık iş göremez duruma getirilmiş olacaktır!!! Yakın
geçmişimizdeki olaylar tekrar hatırlandığında, gelişmelerin peş
peşe gelen seyri içinde benzer durumların ortaya çıkmış olduğu
kadar halen çıkmaya devam ettiği de görülmektedir….

Konuya dönüldüğünde, kısaca TCK. 2004 yılında AB isteklerine göre yeniden
düzenlenmiş olmasına rağmen sürdürülmekte olan bu şamata nedendir?
Amaç kısaca yukarıda özetlenmiştir.

Konu bir diğer açıdan ele alındığında ve 301 md ile
bağlantılı olarak yaygara kopartanlar neden aynı yasanın 340, 341
ve de 342 maddeleri konusunda hiç seslerini çıkartmamışlardır? !!!

Bu husus da ayrıca dikkate alındığında, TCK 340, 341, ve 342
maddelerinin içeriği ne demektedir?

MD. 340 Yabancı devlet Başkanlarına karşı suç.

(1) Yabancı devletlerden birinin başkanına karşı suç işleyen
kişiye verilecek ceza, sekizde biri oranında arttırılır. Suçun
müebbet hapis cezasını gerektirmesi halinde, ağırlaştırılmış müebbet
hapis cezasına hükmolunur.

(2) Fiilin soruşturulması ve kovuşturulması şikayete bağlı
suçlardan ise, soruşturma ve kovuşturma yabancı devletin şikayetine
bağlıdır.

MD. 341 Yabancı devlet bayrağına karşı hakaret.

(1) Resmen çekilmiş olan yabancı devlet bayrağını veya diğer
egemenlik alametlerini alenen tahkir eden kimseye üç aydan bir yıla
kadar hapis cezası verilir.

(2) Bu suçtan dolayı soruşturma ve kovuşturma yapılması, ilgili
devletin şikayetine bağlıdır.

MD. 342 Yabancı devlet temsilcilerine karşı suç.

(1) Türkiye cumhuriyetinde sürekli veya geçici olarak
görevlendirilmiş yabancı devlet temsilcileri ile bunların diplomasi
memurları veya uluslar arası kuruluşların temsilcileri ile
bunların diplomatik ayrıcalık ve bağışıklık tanınan memurları,
kendilerine karşı görevlerinden dolayı işlenen suçlar bakımından,
kamu görevlisi kabul edilerek suç işleyen kişiler hakkında bu
kanunun ilgili hükümlerine göre cezaya hükmolunur….

Görüldüğü üzere, TCK hükümleri içinde yabancı devlet
başkanlarına, bayraklarına ve ve görevlilerine karşı işlenecek
suçlara karşı hükümler getirilmiştir…

Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti ve Devleti aleyhine işlenen suçlara karşı 301 md.
Kapsamındaki uygulamalara karşı yürütülen kampanyalar dikkate
alındığında, benzer konumda 340, 341 veya 342 md kapsamına giren
bir fiili işleye herhangibir Türk vatandaşına karşı yasal işlem
yapılmaya başlansa, acaba başta AB çok bilmişleri olmak üzere, o
Türk vatandaşını korumak üzere gerisinde hangi insan hakları
savunucuları durur, gerçekten merak edilir!!!

Ayrıca bu maddelerin de değiştirilmesi konusunda 301 olduğu şekilde içeriden
ve dışarıdan talepler yükselir mi?!!! Hiç sanmıyorum!… O kişi
medenileşme yolunda bir güzel mahkum edilir ve AB. medenileşme(! )
tiyatrosunda bu soytarılığa şamata grubunun alkışları da adalet
yerini bulmuştur nidaları ile yükselir

Özetle bu mantığa göre, Türk milletine ve de devletin
varlığına hakaret edilmesi suç olmaktan çıkarılacaktır ama, bir
yabancı devletin başkanını bırakın, Türkiye de görevli o
ülkenin sıradan bir memuruna yönelik bir fiil söz konusu olması
durumunda bile, karşılığında müeyyidesi bulunacaktır!…

301 değiştirilmesin de ısrarcı olanlar, paçaları sıkıyorsa, 340, 341
ve 341 maddeleri de aynı ortamda tartışmaya açmalıdırlar….

ERGUN
ÖZGEN

30 Ocak 2007 Posted by | Seçme yazılar | Yorum bırakın

Seçme Yazılar- Neden Bilinçsiz, Bağımlı Gençlerimiz ve İnsanlarımız Var?

images2.jpg
İbret alınacak bir yazıyı aynen aktarmak istiyorum.
Biz, birlik- beraberlik duygularından, milli birlik anlayışından öylesine koparılıp uzaklaştırılırken, ülkemiz elimizin altından kayarken, bindiğimiz dalları bir bir keserken, bakın nasıl da Japon eğitmenlerden ders almak gereğini duymuşuz!… Aldık mı bari!… Yoksa, ülkenin ILIMLI İŞGALİNE gözyummakla suça iştirak mı ediyoruz? Kim bilir!… Çocuklarımıza, torunlarımıza nasıl bir ülke bırakacağız? Bu ülke bize emanet değil miydi? Bize ne oldu? Sahip çıkamıyor muyuz bu emanete? Yoksa, afyonlanmış, efsunlanmış gençlerimiz, ve hatta yetişkinlerimiz hiç mi aynaya bakmaz oldular? Niçin kendimizle yüzleşmiyoruz ve mümkünse barışmıyoruz? Niçin bindiğimiz dalları kesiyoruz? Başka vatanımız mı var bizi kucaklayacak ki, biz onu kucaklamaktan bu denli uzaklaşıyoruz!… Bugünün dünyası artık dünün dünyası değil… Yarınları oluşturanlar bizler olmalıyız… Başkalarının oluşturduğu yarınlarda bir kenar süsü bile olamayız! Bunun hiç mi bilincinde değiliz! Şımardık, uyuştuk, tam bir felç geçirmekte gibiyiz… Hani, çalışacaktık! Hani öğünecektik! Hani güvenecektik!
Hiç değilse çuvaldızı kendimize batıralım… Belki uyanırız!…

Lütfen ibret için okuyun aşağıdaki yazıyı…
Sevgiler,
Nazenin…

Neden Bilinçsiz, Bağımlı Gençlerimiz ve İnsanlarımız Var?
Kaynak:TRT Radyo Televizyon Dergisi – Kasım 2006

Japon eğitim sistemine ilgi duyan Türk Hükümeti, inceleme yapmak üzere pedagoglardan oluşan bir Japon Heyetini davet eder. Bu heyet ülkemizin çok değişik yerlerinde inceleme yapar. Tüm bu çalışmaların sonuçlarını sunmak üzere Milli Eğitim Bakanı ile birlikte Başbakanı ziyaret ederler. Japon Heyetinin tespiti kısa ve kesindir.

“Sizin gençlerinizde milli bilinç yok.”

Bu sonuç, Türk yetkililer üzerinde şok etkisi yapar. Biraz şaşkınlık ve biraz da hayret içinde sorarlar.

“Peki siz Japonlar, gençlerinize milli bilinç verme adına ne yaparsınız? Hangi programı, nasıl uygularsınız?”

Japonların cevabı oldukça ilginç ve bir o kadar da düşündürücüdür:

“Biz sizden aldığımız Amin Alayı (Osmanlılarda çocuğun yaşı 4 yıl, 4 ay, 4 gün olunca eğitime başlaması töreni) ile eğitime giriş yaparız ve eğitime şok testler uygulayarak başlarız. Bu çocukları uçak kadar hızlı giden trenlere bindiririz. Çok katlı yollardan geçiririz. En üstün teknoloji ve robotlarla çalışan dev fabrikalarımızı gezdiririz. Bu baş döndürücü teknoloji karşısında sarsılan ve şok olan çocuklarımıza deriz ki:

‘Gördüğünüz bu hızlı trenleri ve üstün teknolojiyi sizin atalarınız yaptı. Eğer siz daha çok çalışırsanız, daha hızlı giden ulaşım araçları yapar, daha üstün teknoloji meydana getirir, daha gelişmiş ve modern fabrikalar kurarsınız.’

Daha sonra bu çocukları Hiroşima ve Nagazaki’ye götürüp gezdiririz. II. Dünya Savaşı’nda atom bombasıyla yerle bir edilen bu bölgeleri biz, gelecek nesillere ibret olsun diye aynen koruruz. Atom bombasıyla hiçbir canlının ve bitkinin yaşayamaz hale geldiği bu yerleri çocuklarımız büyük bir dikkatle ve hayretle seyrederler. Gördükleri onların taze hafızalarında hiçbir zaman silinmeyecek derin izler bırakır. Ve yine deriz ki:

‘Eğer siz çalışmazsanız, vatanınızı korumaz, milletinizi sevmezseniz, birlik ve dirlik içinde olmazsanız; işte böyle düşmanlar sizin ülkenizi yine bombalar, yakar, yıkar ve yaşanmaz hale getirir. Ama çalışırsanız, güçlü olursanız düşmanlar size saldırmaya cesaret edemezler. Vatanınız yücelir, milletiniz yükselir. Dünyadaki bütün insanlar size saygı duyarlar. Artık çalışmak ve çalışmamak konusunda kararınızı siz verin…’
Bu ikinci şokla çocuklarımız kendilerine gelerek iyi ve çalışkan bir Japon olmaya doğru ilk adımı atarlar. Böylece milli bilinci de kazanmış olurlar.”

Tam bu sırada orada bulunan yetkililerden biri :

“İyi de bizim Hiroşima ve Nagazaki’miz yok ki”

der ve bunun üzerine şu cevabı alır:

“Sizin binlerce Hiroşima ve Nagazaki gibi değerleriniz var. Bizimkilerden çok daha etkili tarihi bölgeleriniz var. I. Dünya Savaşı içinde meydana gelen ve bir metrekareye 6 bin merminin düştüğü, 250 bin gencinizin vatanı için can verdiği Çanakkale Zaferinin kazanıldığı bölgeler; çocuklarınızın ve gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile…

Dünyanın en gelişmiş ve güçlü ordularına karşı Türkler, olmazı olduruyor ve bütün dünyayı hayretler içinde bırakan bir zafer kazanıyorlar. İnancın, azmin ve iradenin, tekniği yendiğini ispatlıyorlar. Bütün dünyaya meydan okuyorlar. İşte sadece bu olay, bu bölge ve bu zafer dahi gençlerinizin milli bilinç kazanmalarına yetecek niteliktedir. Bu sebeple gençlerinizi gruplar halinde Çanakkale’ye götürüp gezdirmelisiniz. Her Türk genci, Çanakkale Savaşlarının olduğu bölgeyi mutlaka gezerek görmeli ve öğrenmelidir. Daha sonra onlara demelisiniz ki; ‘Sizler birlik ve beraberlik içinde çalışmazsanız, güçlü ve kuvvetli olmazsanız, düşmanlar yine Çanakkale’ye gelirler, ülkenizi işgal eder ve öz yurdunuzda hür yaşamayı size çok görürler…”

11 Ocak 2007 Posted by | Seçme yazılar, Siyasal hayat | Yorum bırakın

Sarı Saltuk üzerine… Prof. Dr. Belkıs Temren’den…

Aralik ayinin son günleri (24,25,26,27,28)Bektaşi kültüründe Sarı Saltuk Bayramı olarak kutlanır.
Özellikle Balkanlar’da bu gelenek çok yaygındır.

Size söz verdiğim gibi bugün Sarı Saltuk ile ilgili bir yazıyı aktarıyorum.
Beğeneceğinizi umarım…
Sevgiyle kalın…
Nazenin…
images-7.jpg

Kaynak: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 6. sayı, 1998. S:99-105

BEKTAŞİ GELENEKLERİNDE BALKANLARA İLK GEÇİŞ:
SARI SALTUK SÖYLENCESİ

Prof. Dr. Belkıs Temren

Bektaşilikten nasip alarak (el alarak) Bektaşi seyr ü sülûk’unca (eğitim düzeni gereğince) eğitim gören kiyişe Bektaşi denir.

Bektaşikte verilen eğitim “bireyin kendini eğitmesi” prensibine dayalıdır. Bu nedenle nasipli kişi Bektaşiliğe giriş töreni niteliğindeki “nasip töreni” sonunda şu cümleyle guruba katılır. “Seni senden aldık, sana teslim ettik”. Bu anlayış Bektaşiliği diğer tasavvuf okullarından ayıran en önemli noktadır. Çünkü, artık bir eğitim gurubunun üyesidir ama yapması ve yapmaması gerekenleri kendisine empoze eden bir ustası (şeyhi) yoktur. Usta (mürşid), ona neyin doğru veya yanlış olduğunu söylemeyecek, doğru ve yanlışı kendisinin ayırdedebileceği yetenekleri kazandıracak kişidir. Böylece kişi düşünerek, çevresini dikkatle izleyerek ve kendisine sunulan usta malı bilgiyi irdeleyerek doğrularını oluşturacaktır. Gerçeğe, ya da tasavvufi deyimle, hakikate giden yolda nasıl yürünebileceğinin prensiplerini alacaktır ama marifeti geliştirip, yürümek kendi sorumluluğundadır. Bu nedenle zor bir yoldur. Bireyin her an kendisini “terazide” hissettiği bir yoldur. Bunu anlatmak için, yola girmeye niyetlenenlere “ateşten gömlektir, demir leblebidir” diye ihtarda bulunulur. İşte bu yolun yolcuları için en önemli eğitim araçlarından bazıları da geleneklerinde yer etmiş söylencelerdir. Bunlar çoğu zaman velayetnamelerde karşımıza çıkar. Bunlarda derin bir felsefenin işlenmesi izlenir. Söz konusu olan Türk tasavvufudur.

Günümüzde Bektaşilik kurumu, evrensel insan olarak yetişmek isteyen tanrı-insan-evren sevgisini bütünleştirerek barışcı, hoşgörülü, kendini bilen, insana sevgi ve saygı ile bakan olgun insan olmak için kendini yetiştirme fırsatını tanıyan bir tasavvuf okulu olarak işlev yapmaktadır.

Anadolu’da oluşumunu tamamlayan Bektaşilik daha çok batıya Trakya ve Balkan ülkelerine yayılmıştır. Bu yörelerin Türk kültürü, Türk dili ve Türk’ün islam anlayışı ile tanışmasında ve bunların benimsenmesinde Bektaşiliğin çok önemli bir payı vardır. Özellikle Moğol istilası sonrası yaşadıkları topraklarda huzursuz olan ve göçe zorlanan Türk boyları o zamanlar Rumeli (Rum diyarı) olarak tanınan Anadolu ve Balkan yörelerine göçlerini yoğunlaştırmıştır. Başlarında bir önder ile yola çıkan göç kafileleri kendilerine yurtluk ararken daha çok meskûn olmayan yörelere yerleşmişlerdir. Bektaşiler genellikle sapa yerleri veya mevcut köylerin dışında, kenarında yerleşmeye elverişli bölgeleri yurtluk olarak seçmişlerdir. Geldikleri ve yurt edinmeye çalıştıkları yeni yerlere kültürlerini, dillerini, inançlarını da beraberce götürmüş ve çevrede yaşayan yerli halkla barışcıl ilişkiler kurmaya özen göstermişlerdir. İşte bu kafilelerin başında çoğu zaman onlara yol gösteren, önderlik eden konumunda “derviş” niteliğine sahip yiğit, saygın, liderlik özelliği olan kişiler bulunmaktadır. Savaşların hikayeleri, askeri hikayeler, daha çok “gaza-name” ve “fetihname”lerde yer alırken, halkın belleğinde yer eden dinî ve geleneksel hikayeler ise, “velayetnameler”de dile getirilmektedir. Bunlarda maddi fetih yerine, manevi fetih ön plana geçmiştir. Bu manevi fetihleri yapanlara da Alp-Erenler denmiştir. “Alp” sözcüğü, “kahraman”, “yigit” anlamlarını taşımaktadır. İlk Bektaşi yazmalarında “Gaziler” sözü de “derviş” anlamında kullanılmıştır. Böylece, “Alp” ve “Gazi” destan kahramanları birleştirilerek “Alp-Erenler” şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bedreddin Noyan Dedebaba, Alp-Erenlerin tanımını şöyle yapar: “Türk halkına sadece mistik inanışları aşılamak ve onları olgunlaştırmakla kalmayıp, savaşçı arkadaşları ile düşman topraklarına akınlar yapıp çarpışmış olan kimselere Alp-Erenler diyoruz”. Aşık Paşa Alpliği “dünya” ve “din” alpliği diye ikiye ayırır. Bunlardan Dünya Alp’inde şu dokuz şartın bulunması gerektiğini savunur: Kuvvetli bir yürek, güçlü bir pazı, gayret, iyi ve cins bir at, savaş elbisesi, yay kılıç, süngü ve iyi bir arkadaş. Din Alp’inde bulunması gereken dokuz şart ise şunlardır: Erenlik, riyazet, azim, aşk, tevekkül, şeriate uyma, bilgi, himmet, iyi bir arkadaş. Alp-Erenler arasında, Sarı Saltuk, Geyikli Baba, Abdal Musa Sultan ve Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) gibi daha birçoklarını saymak mümkündür.

Bu yazımızda Avrupa’ya geçen öncü Türkler arasında önemli yere sahip Alp-Erenler’den “Kilgra Sultan” ve “Aya Nicolas” olarak da tanınan Sarı Saltuk Baba’dan söz etmek istiyoruz.

Sarı Saltuk ile ilgili bilgileri Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Saltuknameler gibi eserlerden ve yaşayan Bektaşi geleneklerinden ediniriz. Saltuknameyi Cem Sultan, Ebu’l- Hayr-ı Rumi’ye yazdırmıştır. Sarı Saltuk’un ölümünden yaklaşık iki yüzyıl sonra (MS 1480’de) sözlü gelenekten toplanarak kaleme alınmıştır.

Gölpınarlı “Saltuk” kelimesinin “salt”tan türediğini ve “salt”ın Çağatay, Kırgız, Kırım ve Batı Oğuz lehçelerinde “yüksüz, sade, yalnız, münferit, hür azad” mânalarına geldiğini belirtir. Saltuk kelimesinin “salmak” fiilinden türetilmiş Türkçe özel bir isim olduğu inancı ise daha yaygındır. “Hünkar, haydi seni Rum ülkesine saldık” anlamındaki gibi.

Velayetnameye göre, Sarı Saltuk ile Hacı Bektaş Veli karşılaşmıştır. Karşılaşma velayetnamelerin temel özelliklerinden biri olan simgeleştirme motifleri ile şöyle anlatılır: Horasan’da iken kendisine Anadolu’ya gitmesi ve Hacı Bektaş Veli’yi bulması öğütlenen Sarı Saltuk denileni yapar ve Suluca Karahöyük yöresine gelir. Birgün, Hacı Bektaş Veli çilehanededir. Çilehaneden çıkarak adına Zemzem Pınarı denilen su başına gelir, burada pınar boyunca koyunlarıyla yürümekte olan bir çoban görür. Arkasından “adın nedir?” diye seslenir. Çoban, “adım Saru Saltuk’dur” diye yanıtlar. Hünkar kendisine, “durma yürü, seni Rum’a saldık” der. Burada yine velayetnameye göre, Hacı Bektaş Veli’den “safâ nazar” alan Sarı Saltuk, “erlik mertebesine” ulaşır ve “hâl ehli”ne katılır. Dikkat edilirse bu terimlerin hepsi Bektaşi literatüründe sıkça geçen ve her birinin derin ve katlı anlatımları olan simgesel anlatım içermektedir. Örneğin, çoban, koyun, sâfa nazar, erlik mertebesi, hâl ehli gibi terimler bu sade hikayeyi çok daha derin anlamlar taşıyan bir hikaye haline getirmektedir. Bu küçük açıklamadan sonra hikayemize geri dönecek olursak, Sarı Saltuk, Pir’e “koyunları ne yapayım” diye sorar. Aldığı yanıt, “koyunların sahibi gelinceye kadar buradan ayrılma ve sonra Taptık İmre’ye git. Bizden selam götür. Sana silah versin, yoldaş versin sonra Rum’a git” şeklinde olur. Böylece, Sarı Saltuk yola çıkar ve Taptık İmre’ye ulaşır. Ona mesajı iletir. Taptık ona bir yay ve yedi ok verir. Ağaç (tahta) kılıç kuşatır. Bir de seccade verir. Ulu (büyük) Abdal ve Kiçi (küçük) Abdal’ı da beraberinde yoldaş olarak görevlendirir. Söylenceye göre, Ulu Abdal gerçekten heybetli bir yapıya sahiptir, Kiçi Abdal ise ufak tefektir. Bektaşi geleneklerinde hiçbir sıfatın boşuna ve anlamsız kullanılmadığını dikkate alırsak Sarı Saltuk’a yoldaş olanların en büyük ve en küçük, makro ve mikro anlamlarını da simgelediğini kolayca çözümleyebiliriz. Ayrıca, Trakya haritasına baktığımız zaman, Keçiborlu ve Uluborlu’yu görürüz. Bunlar, bu iki dervişin Hakk’a yürüdükleri makamlar olarak bilinir. Dervişlerin adları yörenin adı olmuştur. Zaten Türk geleneklerinde kahramanlık hikayeleri ve kahramanlar yörelere ad verilmesinde önemli bir etkendir. Bunu en iyi şekilde Seyyid Ali Sultan’a ilişkin söylencelerde izleriz. Sarı Saltuk’un hikayesine geri dönersek, bu yolculuğunda, Hızır da kendisine rehber olarak tayin edilir. Hikayemiz yine ok, yedi, yay , tahta kılıç, seccade gibi simgelerle bezenerek devam eder. Sarı Saltuk ve arkadaşlarının ilk durakları Sinop’un Karadeniz kıyısında Harmankaya adında bir yerdir. Hikayenin güncel anlatımlarına göre Sinop’ta postu serip dinlendikleri yerde bugün dahi hâlâ yemyeşil taze çimen biter ve burası yaz kış yeşilliktir. Orada, seccadeyi suya koyar ve üzerine binerler. Seccade onları Dobruca taraflarında Kalikra (Kilgra) adlı bir kalenin yakınına götürür. Sinop’tan seccadeyle su üzerinde aldıkları yolun izi, yine güncel hikaye aktarımına göre, deniz ne kadar dalgalı olursa olsun, hâlâ sakin ve durgundur. Kalikra halkı bir hüzün ve tedirginlik yaşamaktadır. Buna neden, bir mağaraya giren ejderha halkı ürkütmüş ve beyleri de başlarında olmak üzere halk kaçmıştır. Sarı Saltuk yöreye gelince bu mağaraya girer. Karşısında yedi başlı bir ejder vardır. Her başına bir ok atarak onu vurur, fakat ejder kendisine saldırır, ölmemiştir. Zor durumda kalan Sarı Saltuk, Hızır’ı yardıma çağırır. Bu sırada Hızır, Hacı Bektaş ile muhabbetedir. Gelir, ejderi haklaması için gerekli olan bilgiyi verir : “Kılıcınla başını kes”. Bunun üzerine Sarı Saltuk belindeki tahta kılıcı anımsar ve kılıcıyla ejderin 7 başını da keser. Böylece ejdere galib gelir. Hızır’a döner ve tahta kılıcı unuttuğunu, aksi takdirde kendisini rahatsız etmeyeceğini söyleyerek özür diler, teşekkür eder. Sonunda kalenin beyi ve halk geri çağırılır. Durumu gören halk Sarı Saltuk’a iman ederek saygı gösterirler.

Aynı hikaye Saltukname kaynaklı olarak bugünlere gelirken halk arasında kazandığı anlatımda simgeler zenginleşmiş ve şöyle bir anlatıma kavuşmuştur. Hikayede Kalikra’ya varmadan önce, ilk olarak karaya çıktıkları yer Gürcistandır. Kendilerinin geleceğini önceden hisseden Gürcistan beyi Küreyiş tarafından karşılanırlar. Gürcüler, Sarı Saltuk ve arkadaşlarını ağırlarlar, onlarla sohbet ederler. Saltuk, bu ziyaret sırasında, tekbirleyerek onlara “Hüseyni” taç giydirir. O günden sonra yöre, artık bu tarz taç kullanır. Hikaye diğer yönleriyle Kalikra’ya varışlarına kadar aynı devam eder. Üzüntü içindeki kale halkını görünce Sarı Saltuk nedenini sorar. Kendisine verilen yanıtta, yedi başlı bir ejderhanın yöre çocuklarını kaçırıp bir mağaraya götürdüğünü öğrenir. Halka korkmamalarını, kendisinin ve arkadaşlarının çocuklara yardımcı olacağını söyler. Böylece Sarı Saltuk mağaraya girer. Mağaranın girişinde ejderle karşılaşır. Yanındaki 7 okun her birini, ejderin her bir başına atar. Ejder yalpalar, fakat ölmez, hırslanır ve gövdesiyle hışımla Sarı Saltuk’un üstüne gelir ve onu sıkıştırır. İşte bu anda zorda kalan Sarı Saltuk, “yetiş ya Hünkar” diye seslenir. Anadolu’da Hacı Bektaş ile muhabbette olan Hızır , Hünkar tarafından yardıma gönderilir. Anında Saltuk’a, “belindeki kılıcı niye kullanmıyorsun?” mesajı gelir. Bunun üzerine belindeki tahta kılıcı çıkararak önce ejderin gövdesini ikiye bölen Sarı Saltuk, yöreyi yasa boğan ejderhayı öldürür. Ancak, çocuklar etrafta görünmez. Korkmuş olan çocukların mağaranın derinliklerinde olduklarını düşünürler. Sarı Saltuk çocukların ürkmüş olacağını ve onların kendilerinden de ürkmemeleri, dost olarak geldiklerini anlamaları için beraberindeki dervişlere öğütlerde bulunur. Öğütleri dinleyen dervişler kozalaklardan ve ağaçlardan oyarak çeşitli hediyeler yaparlar. Bunları beraberlerindeki çorapların içlerine doldururlar ve ellerinde bu hediyelerle mağaraya, çocukları almaya girerler. Çocuklar kendilerine hediyeler getiren bu insanları sevinçle karşılar. Gece ilerlemiş etraf karanlıktır. Ellerinde, uyandırdıkları mumlarla mağaradan çıkarlarken, onları çocuklarıyla beraber görecek olan halkın ne olup bittiğini daha iyi anlaması ve gerçeğin farkına varması için etrafı mumlarla aydınlatmayı da ihmal etmezler. Bu nedenle çevredeki çam ağaçlarına mumları dikerler ve aydınlık içinde Sarı Saltuk ve dervişleri ejderhanın elinden kurtarılmış çocuklar ve ellerinde hediyeleri ile birlikte mağaradan dışarı çıkarlar ve dervişlerin hazırlamış oldukları tahta kızaklara binerek kasabaya ulaşırlar. Yöre halkı ejderhanın yok edilişine ve çocukların kurtuluşuna çok sevinir. Çocukları ailelerine teslim zamanı gelmiştir. Sarı Saltuk çocukları birer birer kucağa alıp teselli eder, “ Hü-Hü-Hü” diyerek sırtlarını sıvazlayıp, niyazlayarak iyi dileklerle, yöre halkına teslim eder. Bütün bu olağanüstü gayreti gösteren kırmızı elbiseli, uzun çizmeli ve başlarında börk olan kurtarıcılarını gören halk, Sarı Saltuk’ı bir aziz olarak kabul eder ve bu yörede, yerel halk tarafından artık ona “kurtarıcı, teselli edici” anlamlarında “Aya Nikola” denmeye başlar. Ancak, kurtarıcılarının müslüman Türkler olduklarını öğrendiklerinde halk şaşırır. Üstelik bu Türkler, beraberlerinde getirmiş oldukları yegane yiyecekleri olan kurumuş ekmeklerini yerli halkla paylaşmak istemektedirler. Buna mukabil, yerli halk da, onlarla paylaşmak için şarap getirir. Ortaya bir de tuz konur. Dikkat edersek hikayemizin tümünün simgesel, katlı anlatımla yüklü olduğunu izleyebiliriz. Burada, yine Bektaşi öğretisinde çok önemli anlamları olan ekmek, şarap ve tuz simgelerinin kullanıldığını görmekteyiz. Hikayeye devam edecek olursak, böylece kurulan bir sofrada beraberce oturur, aynı İsa peygamberin yaptığı gibi ekmeklerini bölüşür ve şarap içerler. Hemen rahatlık ortamı oluşur. Dostluk kurulur, sohbet başlar. Bu da Bektaşi geleneklerindeki Noel Baba’nın hikayesinin kökenini oluşturur. Bektaşi geleneğinde Noel Baba’nın gerçek kimliği Sarı Saltuk’dur. Giysisiyle, “Hü-hü-hü” şeklindeki üçlü niyazlamasıyla, çam ağaçlarındaki mumlarıyla, kızaklarıyla Türk gelenekleriyle süslenmiş derin bir anlatıma sahiptir. Bektaşi gelenekleri Noel Baba – Sarı Saltuk ilişkisini anlatırken şu sorgulamaya yer verir: “Başka hangi kültürde Noel Baba’nınkine benzer bir kıyafeti ve hangi dilde Ho-ho-ho diye seslenmeyi görüyorsunuz? Ho, hü veya hu’nun farklılaşmış söylenişidir. Kıyafete gelince, bu, Türk dervişlerinin kıyafetidir. Bu kıyafetle de ne Antalya’nın sıcağında dolaşılır ne de güneyin herhangi bir yerinde. Sarı Saltuk’un gerçek güzergahı olan ve daha çok dolaştığı yerler olan Trakya ve Balkan’lardaki Türk dervişlerin kıyafetleridir” şeklinde açıklama getirirler. Sarı Saltuk söylencesinin tümü simgesel anlatımla bezenerek çok derin barış ve sevgi mesajları taşımaktadır. Bugün, Bektaşi geleneklerinde Sarı Saltuk bayramında bu hikaye tüm canlılığıyla yaşatılır. Hıristiyanların Noel’i kutladıkları sıralarda Bektaşi geleneklerinde Sarı Saltuk Bayramı kutlanır. Kurulan özel sofrada Babaerenler Sarı Saltuk menkıbesini anlatır, gerek gördüğünce açıklamalar yapar. Tümüyle katlı anlatım içeren bu söylencelerin doğru olup olmadığı, yaşanıp yaşanmadı veya tarihin hangi zamanında gerçekleştiği ise hiç de önemli değildir. Simgeler ve anlatılmak istenen şeyler tamamen “hakikat” diyarının meyveleridir. Bektaşilerce önemli olan da budur.

Bektaşilerin geleneklerinde, semavi dinlerin tüm özel günlerinin bir karşıtı vardır. Bir hıristiyanın veya bir yahudinin elemli gününe mutlaka Bektaşinin de elem bazlı bir özel din günü rastlar. Bunun yanısıra, yine, onların seviçli, kutlamalı din günlerine Bektaşilerin de sevinçli, kutlamalı, şenlikli bir din günleri rastlar. Nasıl Kur’an tüm semavi dinleri içeriyorsa, onları kucaklıyorsa Bektaşilik de tüm semavi dinlerin özel dinsel ritüellerini içerir ve kucaklar. Bunun özellikle Balkanların fethinde şöyle bir işlevi vardır. Yeni yurtluklara yerleşmeye çalışan Bektaşi Türkler gittikleri yerde kendilerine komşu olarak yaşayan Hıristiyan kültürü tarafından yadırganmamış, yabancılanmamıştır. Hatta kendilerine oldukça benzeyen adet ve gelenekleri onlarda biraz daha ihtişamlı ve anlamlı bulan pek çok hıristiyan kitle, severek içtenlikle Bektaşi olmuşlardır ve Bektaşi oldukları için müslümandırlar. Bu özelliği görüp anlayan Osmanlı yöneticileri imparatorluğun kuruluş ve genişleme devrelerinde Bektaşilikten çok yararlanmışlardır. Bektaşiliğin ortadan kaldırılması ve baskılanması ile beraber imparatorluğun da çöküş devrine girmesi ilginç bir rastlantıdır.

Sarı Saltuk’un hikayesine dönecek olursak, dervişlerin ejdere karşı başarısı toplumda memnuniyet yaratmıştır ancak, bu toplumda da hemen her toplumda olabildiği gibi başarıyı ve dostlukları çekemeyenler olmuştur. Hele kendi düzenlerine gölge düşmüşse, koltukları sallanmışsa, menfaatleri elden gidiyorsa, buna seyirci kalmak istemeyenler olabilir. İşte Kalikra’da böyle bir rahip vardır. Bu rahip, sihirle gökyüzünde uçar. Sarı Saltuk’un da sihirbaz olduğunu öne sürer. Erenler, Sarı Saltuk’un sihirbaz olmadığını “kudret sahibi” olduğunu belirtirler ve bunun için ateş denemesi yapılması gerektiğini söylerler. Böylece, rahiple Sarı Saltuk beraberce kaynar kazana girerler. İki gün sonra, Saltuk çıkar, rahip erimiştir. Bir başka söylenceye göre, ejderin ateşinden yanmayan Sarı Saltuk’u rahip sihirbazlıkla suçlar. Elbisesinin sihirli olduğunu, onu koruduğunu ileri sürer. Bunun üzerine rahiple elbiseleri değiştirirler. El ele ateşe girerler. Sarı Saltuk üryan vaziyette ateşten çıkar. Öte yanda ise, elbise yanmammıştır ama içinde rahip yoktur. Yine bu sırada, Hacı Bektaş Veli ve Hızır Hacıbektaş’ta Akpınar’ın olduğu yerde sohbet etmektedir. Hacı Bektaş “Saltuk’u terletiyorlar, biraz serinlik verelim ona” diye taşın üzerine su serper.

Sarı Saltuk’a ilişkin söylenceler bununla bitmez. Bir söylenceye göre Lehistan’da iken Mora’dan davet alır. Derler ki, “üç adımda atlar Mora’ya ulaşır”. Bu yer, Hıristiyanlarca da kutsal olarak bilinir. Burada yine yedi başlı bir canavarla karşılaşır. Canavarı öldürür ve leşini denize atar. Bu yerin adı “Leş kasabası” olarak bilinir.

Saltuk’ın 12 dil bildiği ya da 72 dil bildiği gibi bilgilere rastlarız. Bunlar da simgesel anlatım içerirler. Bektaşi geleneğinde 12 dil, dünyada 12 temel kara parçası olduğu inancından hareketle “tüm yeryüzü kıtalarının dillerini bilmek”; 72 dil bilmek ise, yine yeryüzünde 72 ayrı temel kültür bulunduğu inancından hareketle 72 milletin dilini bilmek şeklinde anlamlar taşımaktadır. Bu durumda tüm dünya insanlarının dillerini bilmek, onlarla anlaşabilmek anlamını içerir. Evrensel bir kişiliğe sahip olduğunu göstermektedir. Kuran’ı Kerim ve İncil’i çok iyi, ezbere bildiği kaydedilir. Semavi dinler hakkında yetkin bilgiye sahiptir. Saltukname bunu teyid ederek şu cümlelere yer verir: “Şerif (Saltuknamede Saltuk lakabını almadan önce Sarı Saltuk’un adı Şerif Hızır olarak geçer) minbere çıkıp bülend avazle incil okudu. Cem’i kâfirler hep ağlaştılar, gendülerinden gettiler” .

Sarı Saltuk’a ilişkin söylenceler halk arasında yaygın olarak kullanılarak bugünlere gelmiştir. Hikayeler hep kerametlerle doludur. Simgesel anlatım yüklüdür. Sarı Saltuk hikayelerin tümünde bağnazlığın, zulmün karşısında olmuş, dostluk ve barış elçisi olarak görev yapmış ve insanlığı Hak yoluna davet etmiş bir kimlikle karşımıza çıkmaktadır. Saltuknameye göre Sinop’un fethinden sonra (M.1214’de) doğmuş ve M.1300 yılında ölmüştür. Genel kanıya göre ise, bu tarihlere yakın tarihlerde 86 veya 99 yıl yaşamıştır. Evliya Çelebi’ye göre Sarı Saltuk’un asıl adı Muhammed ve doğum yeri Buhara’dır. Babadağ ’daki makamında kitabesinde adı “Seyyid Muhammed Buharî” olarak yazılı olduğu belirtilir. Saltukname’ye göre Sinop civarında doğmuştur ve asıl adı Şerif Hızır’dır . A. Gölpınarlı ve bazı araştırmacılar bunu teyid eder. Ömrü boyunca Aprupa’nın pek çok yerini ve Trakya’yı dolaşan Sarı Saltuk din, dil farkı gözetmeksizin insanlığa hizmet etmiştir. Onu tanıyanlar onu benimsemiş, kendilerinden bilmiştir. Bu nedenle hem bir aziz hem bir derviş olarak tanınmıştır. Ölümü bile insanlara ayrı bir ders niteliğindedir. Öleceğini hissettiğinde Sarı Saltuk 17 tabut hazırlanmasını (bu rakam bazı kayıtlara göre 7 dir) ve içlerine kendi ağırlığınca kum torbaları doldurulmasını ister. Ölümünden sonra gezmiş olduğu diyarlardan temsilciler gelir ve “Sarı Saltuk bizimdir, bizim diyara götürmek isteriz” derler. Kendilerine gerekli hazırlığın yapıldığını, dönerken yanlarına bir tabut da alarak dönecekleri söylenir. Hepsinin de yolda iken, meraklarını yenemeyip tabutları açtıkları belirtirilir. İçinde Sarı Saltuk’un nâşını görüp, rahatlayarak yollarına devam ettikleri anlatılır. Böylece, pek çok yerde bugün Sarı Saltuk’un makamı karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan en bilinenlerinden bazıları şöyledir: Kırım, Moskova, Danzing, Polonya, Bohemya (Pezonika), İsveç (Bivanjah) Türkiye (Babaeski , İznik, Diyarbakır, Bor ) Moldavya (Babadağı), Dobruca (Kalikra), Arnavutluk (Kroya).

Bugün, Bektaşi öğretisinin önemli söylencelerinden birini oluşturan Sarı Saltuk Söylencesi hemen her yıl aralık ayının son günlerinde bir bayram eşliğinde anılır. Sarı Saltuk bayramı Bektaşilerin mutluluk ve sevinç içinde kutladıkları günlerden biridir. Bu özel günde çocukların etraflarında olmasından özellikle mutluluk duyarlar. Ana teması bilginin, aydınlığın cehaletle, bağnazlıkla savaşması ve zaferidir.

images-61.jpg

26 Aralık 2006 Posted by | Bektaşilik ve Alevilik, Seçme yazılar, Tasavvuf | 4 Yorum

Sn. Onur Öymen’in Rumeli Türkleri ile ilgili görüşü

images-17.jpg

3 Aralık 2006 tarihli Milliyet’te internet ortamında aşağıdaki haber yer almıştı. Bu haberde dikkat çeken noktalardan biri Sn. Onur Öymen’in Rumeli Türkleri’nin Atatürk’ün çizgisine ve kurduğu Cumhuriyet’e olan bağlılıklarını vurgulamasıydı. Şunu da eklemek gerekir ki, Rumeli Türkleri’nin bu anlayışta olmalarında Bektaşi geleneklerinin bu yörede yıllar boyunca etkin olmasının rolü yadsınamayacak kadar büyüktür..

Haberle ilgili bölümü aktarıyorum:

Onur Öymen’in umudu Rumelililer

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, “Rumeli Türklerinin en büyük özelliği Atatürk’ün yolundan asla sapmamaları ve O’nun yolundan ayrılanları her zaman hizaya getirmeleridir” dedi.

Rumeli Balkan Federasyonu Olağan Genel Kurulu geçen hafta yapıldı. Toplantı gazete sayfalarında ve TV bültenlerinde pek yer bulmadı.
Oysa hemen hemen her partiden üst düzey katılım oldu bu toplantıya. Hükümeti Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen temsil ederken, ANAP Genel Başkanı Erkan Mumcu ve DSP Genel Başkanı Zeki Sezer de katılanlar arasındaydı. Onuncu Yıl Marşı’nın büyük bir coşkuyla seslendirilmesi, genel kurulun genel atmosferini de yansıtıyordu.
Kürsüden yapılan heyecanlı konuşmalar içinde en çok dikkat çekeni, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’e ait olandı. Emekli büyükelçi Öymen, bu konuşmasında Rumelililere sıcak mesajlar gönderdi, bu arada Türkiye’de kimilerinin “hizaya getirilmesinde” umudunu bağladığı kitlenin Rumelililer olduğunu açıkladı.

‘Bu dip dalgadır’

Öymen, Rumeli ve Balkan Türklerinin örf ve âdetlerine bağlılıklarıyla tanındığını, aynı zamanda Batı dünyasındaki çağdaşlaşma ışığını da ilk hissedenler olduğunu söyledi. Kurtuluş Savaşı’nı yapan komutan ve asker kadrolar arasında çok sayıda Rumelilinin bulunduğunu, Rumelililerin bugün de büyük bir birliktelik oluşturmalarının yadırganmaması gerektiğini vurgulayan Öymen, şöyle konuştu:
“Burada temsil ettiğimiz bir dip dalgadır. Bu, Türkiye’de birçok şeyi değiştirecek olan bir dalgadır. Rumeli Türklerinin en büyük özelliği Atatürk’ün yolundan asla sapmamaları ve O’nun yolundan ayrılanları her zaman uyarmaları, onları yola, hizaya getirmeleridir.”
Öymen’in Rumeli Türklerine beslediği bu sıcak duygular, onlara duyduğu güven nereden geliyor? Öymen, parlamento muhabirimiz Önder Yılmaz’a Rumeli Türkleriyle gönül bağının 1967 yılında ilk kez dış göreve Batı Trakya’ya gittiği sırada kurulduğunu anlattı, daha sonra anne tarafından bazı akrabalarının da Rumelili olduğunu söyledi.
Peki, Rumelililer Atatürk’ün yolundan ayrılanları nasıl hizaya getiriyorlar?
Öymen şöyle yanıtladı:
“Rumelililer Atatürkçülüğe ve laikliğe sahip çıkan insanlar. Demokrasilerde halk bir konuda tavır koyarsa, belli halk kitleleri de buna sahip çıkarsa, hükümetin bunu görmemesi mümkün değil. Hükümetleri hizaya getirmek demokrasilerde böyle oluyor…” …”

17 Aralık 2006 Posted by | Seçme yazılar, Siyasal hayat | Yorum bırakın

Çuf-çuf-güüm! -AB ile ilişkilerimizi anlatan bir yazı-

images-13.jpg

Lale Sıvgın‘ın yazısı. Kaynak: Yeniçağ

Çuf-çuf-güüm!
Çocukların bile anladığını, nedense bazıları anlamıyor. Anlamayanlar için çocuğun bile anlayabileceği basit bir ifadeyle tekrar anlatalım “ÇUF ÇUF GÜÜM”

3 Ekim 2005’te müzakerelere başlama kararının alınmasından bu yana AB ile tren kazası olur mu sorusu soruluyor. Oysa bu sorunun yanıtı çok basit. Tren baştan arızalı. Arızalı treni yola çıkarırsanız, çuf çuf’tan sonra gümler. Bunun sorgulanacak, tartışılacak bir tarafı yoktur.

Dün Türkiye’nin “bir liman ve bir havaalanını Ercan Havaalanı ve Magosa Limanı’nın açılması karşılığında Rum gemi ve uçaklarına açmayı” önermesi ve “2007’de Kıbrıs’ta bir çözüm girişimi başlatılması” temennisi de trenin gümlemesini önlemeye ne yazık ki yetmeyecektir. Evet, bu öneri paketi Türk tarafının uzlaşmacı ve çözüme yönelik olduğu anlamına gelebilir. Bu nedenle, kimi uzmanlar, bu hamleyi ‘başarılı bir diplomatik girişim’ hatta ‘jest’ olarak değerlendiriyor. Ancak ‘uzlaşma’ ya da ‘jest’, karşılıklı olursa anlam kazanır. Aksi takdirde tek taraflı yapılan jestin adı ‘taviz’dir. Türkiye bugüne kadar AB ile ilişkilerindeki ‘jest’lere karşılık alamadığına göre, bundan sonra da AB’den olumlu adım atmasını beklemek pek de akıl kârı değil. Üstelik Ankara, sunduğu öneri paketinde limanların açılması karşılığında, müzakerelerin önkoşulsuz devam etmesi ve olası tüm yaptırımların da kaldırılmasını bekleyebilecek kadar safiyane duygularla yaklaşıyor. Yani Ankara, ‘2 liman açarsam AB yolu dikensiz gül bahçesine dönüşür’ sanıyor ya da bunu temenni ediyor. Ama AB ile tek sorunumuz Kıbrıs değil ki… Farz edelim Kıbrıs sorunu ‘bir şekilde’ çözüldü, sırada AB’nin eleştirdiği 301. madde, seçim barajı, askerin konumu ya da Ermeni, Süryani, Pontus iddiaları gibi saymakla bitiremeyeceğimiz daha onlarca konu var. Üstelik Türkiye tüm tavizleri verip, AB’nin istediği her şartı yerine getirmiş bile olsa, 3 Ekim’de yayınlanan müzakere çerçeve belgesine göre, Türkiye ‘hazmetme kapasitesi’ gerekçe gösterilerek, AB’ye üye yapılmayabilir.
3 Ekim’deki zirvenin ardından, Lüksemburg’dan Türkiye’ye döndüğümde gazetelerdeki bayram havasını şaşkınlıkla karşılamıştım. Bayram yapacak bir durum olmadığı gibi, üzerinde düşünülmesi, eleştirilmesi gereken pek çok nokta vardı. Lüksemburg dönüşü şu satırları yazmıştım:

“ Türkiye’deki bayram havası kafaları karıştırıyor. Eğer bayram havasının sebebi 3 Ekim’de müzakerelere başlama kararı alınmış olmasıysa, bu zaten beklenen, olması gereken bir noktaydı. 17 Aralık’ta verilen sözler de bu doğrultudaydı. Ancak, sanki fazladan kazançlarımız olmuş gibi bir tablo çiziliyor. Oysa ki bırakın fazladan kazançları, 17 Aralık’ta söz verilmiş hakkımızı bile alamıyorduk. Kaldı ki Kıbrıs, Ermeni meselesi, azınlıklar, serbest dolaşımla ilgili belirsizlikler de Türkiye’nin AB’ye ikinci sınıf üye olması ihtimalini güçlendiriyor.” (06.10.2005)
Ne yazık ki aynı tabloyu bugün de görüyoruz. Türkiye müthiş bir diplomatik manevra yaptı diyenler, limanların açılması tavizini, jest olarak niteleyenler ve bundan sonra dikensiz gül bahçesi umanlara, şimdiden söyleyelim ki yanılıyorlar. Çünkü tren baştan arızalı. Bu tren bu şartlarda gümlemeye mahkûm.

Tarih:08.12.2006

7 Aralık 2006 Posted by | Seçme yazılar | Yorum bırakın